Şimdi bi' çocuk vardı. Gözlerine bakmayınca sevinmemek elde değildi. Baktıkça güzelliğimi gözlerinde görüp sevinmemek elde olmuyordu. O beni görüyordu. Gördükçe büyüyorduk. Büyüyoruz da. Sonra gözlerimiz...
Tutuyor ellerimden.
Ellerinden tutuyorum.
Gidiyoruz...
6 Temmuz 2010 Salı
16 Haziran 2010 Çarşamba
Bim bam bom, baammmm!
Başlığa gel akşam akşam. Bundan bi' önceki kurduğum cümleyi başkası kursa ne basit şey derdim. Neyse. Bunun için kendimi kınayacak değilim.
İçimde bi' mutluluk tepsisi, genişledikçe genişliyorum. Her mânâda hem de. Sonunda Vincent'a cevap verebiliyorum: "Mutluyuz Vincent!". Ohh söyledim rahatladım. Uzun zamandır rahatladım aslında. Yaklaşık 1,5 ay falan oluyor. Gazım alındı sanki, mecazi anlamda. Aklıma geldi uzun zamandır gaz sorunu da yaşamıyorum. Ağrılı günlerimi bilimum böbrek, kasık ağrılarına yorarken hepsinin sonu gaz sancısı çıktı. Öyle de garip bi' bünyenin içerisinde yaşamaya çalışıyorum. Kendi kendimin asalağı mıyım yoksa? Neyse konuya geri dönelim.
İnsanların gazlarını boşaltma yeri olarak gördükleri bir müşteri hizmetleri maceram da sona erdi. Eyvallah diyor, gazlarını başka insanlara boşaltmaları için meydanı onlara bırakıyorum. Ohh bee, bi' yük kalkıyor üzerimden. Bi' ferahlık, bi' aydınlık. Tıpası kaçan insanlardan, egosunun köpeği olmuş kadınlardan, 25 yaşında olup 50 yaşındaki insan gibi sesi çıkanlardan, hayatından bezmiş gibi konuşup yaşam enerjini alan adamlardan, aklı bir yerlerine kaçanlardan kurtulmak: en büyük mutluluğum şu an.
Eyvallah bee !
İçimde bi' mutluluk tepsisi, genişledikçe genişliyorum. Her mânâda hem de. Sonunda Vincent'a cevap verebiliyorum: "Mutluyuz Vincent!". Ohh söyledim rahatladım. Uzun zamandır rahatladım aslında. Yaklaşık 1,5 ay falan oluyor. Gazım alındı sanki, mecazi anlamda. Aklıma geldi uzun zamandır gaz sorunu da yaşamıyorum. Ağrılı günlerimi bilimum böbrek, kasık ağrılarına yorarken hepsinin sonu gaz sancısı çıktı. Öyle de garip bi' bünyenin içerisinde yaşamaya çalışıyorum. Kendi kendimin asalağı mıyım yoksa? Neyse konuya geri dönelim.
İnsanların gazlarını boşaltma yeri olarak gördükleri bir müşteri hizmetleri maceram da sona erdi. Eyvallah diyor, gazlarını başka insanlara boşaltmaları için meydanı onlara bırakıyorum. Ohh bee, bi' yük kalkıyor üzerimden. Bi' ferahlık, bi' aydınlık. Tıpası kaçan insanlardan, egosunun köpeği olmuş kadınlardan, 25 yaşında olup 50 yaşındaki insan gibi sesi çıkanlardan, hayatından bezmiş gibi konuşup yaşam enerjini alan adamlardan, aklı bir yerlerine kaçanlardan kurtulmak: en büyük mutluluğum şu an.
Eyvallah bee !
14 Mart 2010 Pazar
Balzamin
Sen el kadar bir kadınsındır
Sabahlara kadar beyaz ve kirpikli
Bazı ağaçlara kapı komşu
Bazı çiçeklerin andırdığı
İş bu kadarla bitse iyi
Bir insan edinmişsindir kendine
Bir şarkı edinmişsindir, bir umut
Güzelsindir de oldukça, çocuksundur da
Saçlarınla beraber penceredeyken
Besbelli arandığından haberli
Gemiler eskirken, deniz eskirken limanda
Sevgili...
Cemal Süreyya'mdan...
Sabahlara kadar beyaz ve kirpikli
Bazı ağaçlara kapı komşu
Bazı çiçeklerin andırdığı
İş bu kadarla bitse iyi
Bir insan edinmişsindir kendine
Bir şarkı edinmişsindir, bir umut
Güzelsindir de oldukça, çocuksundur da
Saçlarınla beraber penceredeyken
Besbelli arandığından haberli
Gemiler eskirken, deniz eskirken limanda
Sevgili...
Cemal Süreyya'mdan...
13 Mart 2010 Cumartesi
Hasta olmak böyle bişi (bir şey)!
Bana hasta olmanın resmini çizebilir misin deseler; aha işte bu deyip çok affedersiniz elimin orta parmağını bi' güzel gösterirdim. Al çiz derdim pişmiş kelle gibi gülerken. (Şu an bu benzetmeyi kullandığım için duyduğum pişmanlığı nasıl geçireceğim, bilemiyorum.)
Öksürmekten boğaz denen şey kalmadı iki gündür. Al bunun da resmini çiz. Her doktora gittiğimde de bi' enteresan olay beni bulur ki sormayın gitsin. İlacı aldıran doktor kullanıp kullandırmamasını tahlilden sonra karar verecek. O zaman niye alıyorum ki? Hayret ettim yani. Bi' de başımın dönmesini yer çekimine bağlayan bi' doktor biliyorum ki evlerden ırak.
Bronşit olunca insan çok alıngan olurmuş. Bugün bunu da gördüm. Ve bizzat önüme atılan yemlerle karşımdaki insanın başının etini yedim. Haklı haksız aramıyorum ama zorla dürtüldüm. Neyse, neye nasip neye kısmet.
Hayırlı işler.
Öksürmekten boğaz denen şey kalmadı iki gündür. Al bunun da resmini çiz. Her doktora gittiğimde de bi' enteresan olay beni bulur ki sormayın gitsin. İlacı aldıran doktor kullanıp kullandırmamasını tahlilden sonra karar verecek. O zaman niye alıyorum ki? Hayret ettim yani. Bi' de başımın dönmesini yer çekimine bağlayan bi' doktor biliyorum ki evlerden ırak.
Bronşit olunca insan çok alıngan olurmuş. Bugün bunu da gördüm. Ve bizzat önüme atılan yemlerle karşımdaki insanın başının etini yedim. Haklı haksız aramıyorum ama zorla dürtüldüm. Neyse, neye nasip neye kısmet.
Hayırlı işler.
1 Mart 2010 Pazartesi
Çalışmak, iş falan...
Şu hayata bi' kuş bakışı yaptığımızda (kul yazmıştım yanlışlıkla, o da güzel olmuştu) genel olarak egolar denizinde can simidi ile yüzdüğümüzü görüyorum. Denizin dibinde bütün deniz canlıları falan...En çok korktuğumda piranalar. Ama sanırım piranalar denizde yaşamazdı. Neyse bunu araştıracağım. (araştırdım: büyük bi' bölümü denizde, geri kalanı da ırmaklarda yaşarmış. bence hiç yaşamasınlar). Can simiti olmasa sanki hepsi bi' anda önce bacaklardan başlayarak tüm vücudunu yiyiverecek gibi. En önemlisi de aklını. Benim de aklıma mukayyet olmam lazım ki bi' nefes daha alabileyim (burası olmadı gibi ama benim mekanım olduğundan istediğimi yazarım!)
Neyse. Aslında bu can simiti de abartılı duygularımıza sarıldığımız bi' tür araç. Alet-i edavat. Çok boktan olduğunu inkar etmek susuz da yaşabilirim diyecek kadar abartılı olur. Önemli bir gerçek: çok boktan. Kulağınıza küpe olsun!
Neyse. Bu çalışma hayatı da öyle. Bildiğin cadı kazanı. Yakın arkadaşın bile bi' süre sonra en uzağın olabiliyor. Neden? Çünkü egosunu tatmin etmesi lazım. Zorla öyle bir şey yaptırıyorlar. Bu nasıl bi' düzen diyeceğim ama arabeskin kralını yapmış olacağım. Bi' küfürlü bi'şey yazmak istiyorum. Dayanamayacağım: çok skimsonik işler :)
Bu piranalar kim derseniz; bütün iş yaşamı gediklileri (buraya daha ağır bi' şey yazmak isterdim ama neme lazım, borcumu ödeyene kadar çalışmak zorundayım). (biraz düşündüm de hep çalışmak zorunda olacağım sanırım. depresyona girmeye gidiyorum, elveda!)
Neyse. Aslında bu can simiti de abartılı duygularımıza sarıldığımız bi' tür araç. Alet-i edavat. Çok boktan olduğunu inkar etmek susuz da yaşabilirim diyecek kadar abartılı olur. Önemli bir gerçek: çok boktan. Kulağınıza küpe olsun!
Neyse. Bu çalışma hayatı da öyle. Bildiğin cadı kazanı. Yakın arkadaşın bile bi' süre sonra en uzağın olabiliyor. Neden? Çünkü egosunu tatmin etmesi lazım. Zorla öyle bir şey yaptırıyorlar. Bu nasıl bi' düzen diyeceğim ama arabeskin kralını yapmış olacağım. Bi' küfürlü bi'şey yazmak istiyorum. Dayanamayacağım: çok skimsonik işler :)
Bu piranalar kim derseniz; bütün iş yaşamı gediklileri (buraya daha ağır bi' şey yazmak isterdim ama neme lazım, borcumu ödeyene kadar çalışmak zorundayım). (biraz düşündüm de hep çalışmak zorunda olacağım sanırım. depresyona girmeye gidiyorum, elveda!)
21 Şubat 2010 Pazar
Değiş, Değişmek, Değiştirilmek, Değiştirmek, Değişkenlik!
Değişmek kadar aynı kalmak da zor. Çoğu kimse işin bu tarafından bakmaz. Neyse konumuz bu değil. Aslında konuyu da bilmiyorum. Öyle içimden geldiği gibi yazacağım yine. Yine içimden her geleni yaptığım gibi. Sonunu çok fazla düşünmeden her işe bulaştığım gibi. Her şeyi yaşadığım gibi gözüm kapalı.
Bi' kaç gündür bi' rüzgar ki başımda dönüp duruyor. Midem kasılıyor, gözüm seyiriyor falan. Tatlı bi' sevinç, bilinmez bi' istek yaşıyorum. Ailecek yaşıyoruz sanırım. Ama onların ki nasıldır bilemiyorum. Soramıyorum. Soramayacak kadar utanıyorum. Ve kendimi kendim hissedemiyorum.
Ne bileyim sanki başka bi' Özlem benimle tanışmaya geldi. Bazı insanlar ikinci baharlarını yaşar ya. Benim de ikinci baharım diğer Özlem geldi. Daha önce hiç tanışmamıştık kendisiyle. Daha farklı sanki. Daha büyümüş, daha düşünceli, daha kararlı, daha gözükara. Ak ile kara sanki.
Yaradılışıma aykırı gelen her şeyi kabullenmiş, kocaman bi' denize doğru isteyerek gidiyorum. Hayallerimin tam da olduğu yere. Onları büyüttüğüm, süslediğim, herkesten sakladığım yere doğru gidiyorum. Benim olmayan, zorla üzerime bi' elbise gibi geçirilen o Özlem'i bırakıp ona doğru gidiyorum.
Ben geliyorum değişerek. Aslında değişmek değil. Değiştirerek gitmek.
Sana geliyorum. Aç kapılarını. Ve ardımdan kapat. Su bile sızamasın arasından.
Bi' kaç gündür bi' rüzgar ki başımda dönüp duruyor. Midem kasılıyor, gözüm seyiriyor falan. Tatlı bi' sevinç, bilinmez bi' istek yaşıyorum. Ailecek yaşıyoruz sanırım. Ama onların ki nasıldır bilemiyorum. Soramıyorum. Soramayacak kadar utanıyorum. Ve kendimi kendim hissedemiyorum.
Ne bileyim sanki başka bi' Özlem benimle tanışmaya geldi. Bazı insanlar ikinci baharlarını yaşar ya. Benim de ikinci baharım diğer Özlem geldi. Daha önce hiç tanışmamıştık kendisiyle. Daha farklı sanki. Daha büyümüş, daha düşünceli, daha kararlı, daha gözükara. Ak ile kara sanki.
Yaradılışıma aykırı gelen her şeyi kabullenmiş, kocaman bi' denize doğru isteyerek gidiyorum. Hayallerimin tam da olduğu yere. Onları büyüttüğüm, süslediğim, herkesten sakladığım yere doğru gidiyorum. Benim olmayan, zorla üzerime bi' elbise gibi geçirilen o Özlem'i bırakıp ona doğru gidiyorum.
Ben geliyorum değişerek. Aslında değişmek değil. Değiştirerek gitmek.
Sana geliyorum. Aç kapılarını. Ve ardımdan kapat. Su bile sızamasın arasından.
8 Şubat 2010 Pazartesi
Fotoğraflar Ölümü İmler
Paylaşmazsam olmazdı.
Usta bir fotoğrafçı olan Yalçın Savuran'ın kaleminden dökülen fotoğrafa dair yazılarından biri.
Fotoğraflar geleceğe dair bir vaatte bulunmazlar ama bulunuyormuş gibi yaparlar. Hatta çekildikleri andan itibaren bir daha olmayacak bir anı imleyerek varlığa değil yokluğa dair bir suret oluştururlar ki bu suret içinde ölümü barındırır. Yaşantımız boyunca çekilen tüm fotoğraflar yaşanılanı gözler önüne seriyormuş gibi -kurgu da dahil- dursa da gizlice içinde hep yok oluşu yani ölümü imler. Melih Cevdet Anday ‘fotoğraf’ adlı şiirinde –ölümü hatırlatan ne var bu resimde, oysa hayattayız hepimiz- derken o fotoğrafın içinde ne barındırdığını görmüştü. o fotoğraf çekildiğinde hepsi hayattaydılar melih cevdet, oktay rıfat, orhan veli, şinasi baran, oysa şimdi hiç biri yok.
Diana arbus çektikleriyle hep ölüme koşmuştur, eugene atget’in çektiği paris fotoğrafları içinde kendi boşluğunu barındırdığı kadar ölüme yakındırlar. alberto diaz korda, che’nin fotoğrafını çeker sonra onu stüdyosunda kadrajlar ve bildiğimiz che sureti çıkar ortaya. evet che bu suretle adeta ölümsüzleştirilir ancak bu seferde kapitalist sistem devreye girer ve asıl ölüm o zaman başlar. suret hızlı tüketim nesnesine dönüştürülür ve milyonlarca kez ölümü yaşar ve ne tuhaftır ki ölüm ve yaşamak kelimesi yan yana dururlar.
Oysa insan hayatta bir kez ölür, fotoğraflarsa çekildikleri sayı kadar öldürürler.
www.yalcinsavuran.com
Usta bir fotoğrafçı olan Yalçın Savuran'ın kaleminden dökülen fotoğrafa dair yazılarından biri.
Fotoğraflar geleceğe dair bir vaatte bulunmazlar ama bulunuyormuş gibi yaparlar. Hatta çekildikleri andan itibaren bir daha olmayacak bir anı imleyerek varlığa değil yokluğa dair bir suret oluştururlar ki bu suret içinde ölümü barındırır. Yaşantımız boyunca çekilen tüm fotoğraflar yaşanılanı gözler önüne seriyormuş gibi -kurgu da dahil- dursa da gizlice içinde hep yok oluşu yani ölümü imler. Melih Cevdet Anday ‘fotoğraf’ adlı şiirinde –ölümü hatırlatan ne var bu resimde, oysa hayattayız hepimiz- derken o fotoğrafın içinde ne barındırdığını görmüştü. o fotoğraf çekildiğinde hepsi hayattaydılar melih cevdet, oktay rıfat, orhan veli, şinasi baran, oysa şimdi hiç biri yok.
Diana arbus çektikleriyle hep ölüme koşmuştur, eugene atget’in çektiği paris fotoğrafları içinde kendi boşluğunu barındırdığı kadar ölüme yakındırlar. alberto diaz korda, che’nin fotoğrafını çeker sonra onu stüdyosunda kadrajlar ve bildiğimiz che sureti çıkar ortaya. evet che bu suretle adeta ölümsüzleştirilir ancak bu seferde kapitalist sistem devreye girer ve asıl ölüm o zaman başlar. suret hızlı tüketim nesnesine dönüştürülür ve milyonlarca kez ölümü yaşar ve ne tuhaftır ki ölüm ve yaşamak kelimesi yan yana dururlar.
Oysa insan hayatta bir kez ölür, fotoğraflarsa çekildikleri sayı kadar öldürürler.
www.yalcinsavuran.com
Karaköy Güllüoğlu
Alakasız konulardan konulara atladığımın farkındayım. Sürekli bi' eşikten atlayıp duruyorum. Lâkin elimde değil:)
Bu Karaköy Güllüoğlu çok pis bi' yer. Pis dediysem kötü anlamda değil. Süper anlamında. Hatta süper ötesi. Dönem dönem insanın gözünün önünde baklavaların, şöbiyetlerin uçuşmasına sebebiyet veren bi' yer. Bi' kere o dükkanın içerisindeki ışıklar oyunun bir parçası. İştah açıcı şurup gibi. Gerçi iştahımın açılması için şuruba gerek yok da tok anımda bile oraya gidip kaymaklı şöbiyetleri yemek bir anlık hayatımın amacı gibi oluyor. Çok oburum öyle böyle değil.
O kaymaklı şöbiyet ile birlikte içilen limonata da ne menem bi' şey oluyor bee :)
Kendimi kaybetmeden tanıtımı sonlandırıyorum.
Yaşasın yemek yemek!
Bu Karaköy Güllüoğlu çok pis bi' yer. Pis dediysem kötü anlamda değil. Süper anlamında. Hatta süper ötesi. Dönem dönem insanın gözünün önünde baklavaların, şöbiyetlerin uçuşmasına sebebiyet veren bi' yer. Bi' kere o dükkanın içerisindeki ışıklar oyunun bir parçası. İştah açıcı şurup gibi. Gerçi iştahımın açılması için şuruba gerek yok da tok anımda bile oraya gidip kaymaklı şöbiyetleri yemek bir anlık hayatımın amacı gibi oluyor. Çok oburum öyle böyle değil.
O kaymaklı şöbiyet ile birlikte içilen limonata da ne menem bi' şey oluyor bee :)
Kendimi kaybetmeden tanıtımı sonlandırıyorum.
Yaşasın yemek yemek!
BoYLumLama
Sözcük kulelerini sırasıyla dizmeye çalıştığım zamanlardan biriydi boylumlama.
Hayata oturma grubunu kurduğunda bir şeylerden kaçabileceğini sanmıştı. Belki de kendince yanılmamıştı ama bunun kendisinin kurduğu kocaman bir rüya olduğunu da anlaması geç olmayacaktı. Biri bir yerden bir soytarı gibi çıkıp onu uyandıracaktı. Sonra başka bir rüya başlayacaktı. Ya bu çemberin içinde ya da dışında olacaktı. E dışarıda başka çemberler yok muydu? Güldüm, kaçacak bir yeri yoktu. Her şey ortadaydı işte. Mutlak gerçek, bir sivrisinek gibi yapışmıştı vücuduna. Kanını emip duruyordu. Sineği öldürmeye bile mecali yoktu. Gerçekliğin zehri vücuduna girip, onu teslim aldığından beri sarhoş gibiydi.
Hayalleri, düşleri, umutları ne varsa elinden gidecek sandı ilk başta. Bir öğretmen bulmaya karar verdi. Gerçeği ve hayali birbirinden nasıl ayırt etmesi gerektiğini öğretecek biri olmalıydı mutlaka. Ama baktı ki böyle biri yoktu etrafında. Sonra çekmecesinden makas almak için dolabına doğru yürürken aynanın önünden geçmek zorunda kaldı. Bir an kendisiyle göz göze geldiğinde makasa gerek kalmadığını anladı. Oturdular önce karşılıklı. cesaret bulup da hiçbir söz etmediler. Kimin, ne için soru sorması gerektiğini bilemediler. Aynanın öbür tarafındaki korktu önce. “ ya kandırırsa beni “ diye. Ama gerçeğini yansıtıyordu, hayalleri de kendisiydi. Anladı ki kendisinden başka kimse öğretmen olamazdı ona.
Bizler, rüyanın gerçeği anlayamamasının en mükemmel örnekleriyiz.
Hayata oturma grubunu kurduğunda bir şeylerden kaçabileceğini sanmıştı. Belki de kendince yanılmamıştı ama bunun kendisinin kurduğu kocaman bir rüya olduğunu da anlaması geç olmayacaktı. Biri bir yerden bir soytarı gibi çıkıp onu uyandıracaktı. Sonra başka bir rüya başlayacaktı. Ya bu çemberin içinde ya da dışında olacaktı. E dışarıda başka çemberler yok muydu? Güldüm, kaçacak bir yeri yoktu. Her şey ortadaydı işte. Mutlak gerçek, bir sivrisinek gibi yapışmıştı vücuduna. Kanını emip duruyordu. Sineği öldürmeye bile mecali yoktu. Gerçekliğin zehri vücuduna girip, onu teslim aldığından beri sarhoş gibiydi.
Hayalleri, düşleri, umutları ne varsa elinden gidecek sandı ilk başta. Bir öğretmen bulmaya karar verdi. Gerçeği ve hayali birbirinden nasıl ayırt etmesi gerektiğini öğretecek biri olmalıydı mutlaka. Ama baktı ki böyle biri yoktu etrafında. Sonra çekmecesinden makas almak için dolabına doğru yürürken aynanın önünden geçmek zorunda kaldı. Bir an kendisiyle göz göze geldiğinde makasa gerek kalmadığını anladı. Oturdular önce karşılıklı. cesaret bulup da hiçbir söz etmediler. Kimin, ne için soru sorması gerektiğini bilemediler. Aynanın öbür tarafındaki korktu önce. “ ya kandırırsa beni “ diye. Ama gerçeğini yansıtıyordu, hayalleri de kendisiydi. Anladı ki kendisinden başka kimse öğretmen olamazdı ona.
Bizler, rüyanın gerçeği anlayamamasının en mükemmel örnekleriyiz.
7 Şubat 2010 Pazar
The Sheltering Sky 2
filmin izlenmesi kadar kitabının da mutlaka okunması gereken bir paul bowles eseri. kitaptan uyarlanan kimi filmlerde oluşan boşluklar bu filmde yok. kitap ile film arasında birbirini tamamlayan bir öğe oluşmuş durumda. bu şekilde bir tamamlayıcı nitelik beklemiyordum ama yönetmenin bu konudaki başarısı büyük olmuş. burada şahsi önerim; öncelikle filmin izlenmesi yönündedir. daha sonrasında kitap okunmalı. görselliğin kitap boyunca devam etmesi ayrı bir heyecan veriyor.
bu eserle birlikte insan, kendi yalnızlığına nasıl gider sorusunun cevabını da buluyor. çöl yalnızlığı. kimimizin korkup yüzleşemediği yalnızlık. ama kit ve port tüm yaşamları boyunca yaptıkları yolculuklarda bunu aramaya çalışmışlar. daha doğrusu kit ona bağlı olduğu için port bunu yapmaya çalışıyor. port, yalnızlığını büyük bir cesaret içinde bulmaya çalışırken, kit onsuz yapamayacağını düşünüyor. çıktıkları tüm gezileri de port’un düzenlendiğini, kit’in buna sadece ayak uydurduğunu düşünürsek bu önerme daha da gerçekçi oluyor. sonuç olarak port hayatlarında başrol oyuncusu iken kit sadece kendi hayatının izleyicisi olarak görünüyor.
sevmenin de sadece dokunmakla, sevişmekle bir alakasının olmadığını görüyoruz. ne kadar port’un ve kit’in içindeki yalnızlıktan dolayı birbirlerinden uzaklaştıkları sanılsa da böyle bir durum benim için söz konusu değil. iki insan birlikte olurken, diğerinin hayatından bağımsız –doğumuyla birlikte sahip olduğu hayat- bir hayata daha sahiptir. dolayısıyla kişilerin bu hayatlara müdahalesi söz konusu olmamalıdır. kit ve port bunun farkına varmış. istekler, hayal edilenler ve düşünceler farklı olduğundan dolayı belki de aralarındaki uzaklık bundan. ama bu birbirlerine olan sonsuz sevginin olmadığı anlamına gelmiyor. sevginin çözebileceği bir sorun haline de...
kit, port’un hayatından çıkma duygusuna katlanamıyor. o yüzden port’un gördüğü rüyaları dinlemeyi sevmiyordu. çünkü kit, yaşamındaki her şeyin, olan her olayı iyi veya kötü bir işarete yoruyor, bu yüzden de hep karamsar davranıyor. nitekim port’un rüyasını anlatırken kalkıp gitmesi de bunu gösteriyor.
yalnızlığa, salt karanlığa doğru giden bu yolculuk amacına ulaşıyor. herkes korktuğu yalnızlığın içine düşerek yok oluyor.
kişileri de belirtmeden geçemeyeceğim:
port : korkusuz cengaver
kit : bahtsız bedevi
tunner : fırsatçı
p.s. : nitelikli yakıştırma.
bu eserle birlikte insan, kendi yalnızlığına nasıl gider sorusunun cevabını da buluyor. çöl yalnızlığı. kimimizin korkup yüzleşemediği yalnızlık. ama kit ve port tüm yaşamları boyunca yaptıkları yolculuklarda bunu aramaya çalışmışlar. daha doğrusu kit ona bağlı olduğu için port bunu yapmaya çalışıyor. port, yalnızlığını büyük bir cesaret içinde bulmaya çalışırken, kit onsuz yapamayacağını düşünüyor. çıktıkları tüm gezileri de port’un düzenlendiğini, kit’in buna sadece ayak uydurduğunu düşünürsek bu önerme daha da gerçekçi oluyor. sonuç olarak port hayatlarında başrol oyuncusu iken kit sadece kendi hayatının izleyicisi olarak görünüyor.
sevmenin de sadece dokunmakla, sevişmekle bir alakasının olmadığını görüyoruz. ne kadar port’un ve kit’in içindeki yalnızlıktan dolayı birbirlerinden uzaklaştıkları sanılsa da böyle bir durum benim için söz konusu değil. iki insan birlikte olurken, diğerinin hayatından bağımsız –doğumuyla birlikte sahip olduğu hayat- bir hayata daha sahiptir. dolayısıyla kişilerin bu hayatlara müdahalesi söz konusu olmamalıdır. kit ve port bunun farkına varmış. istekler, hayal edilenler ve düşünceler farklı olduğundan dolayı belki de aralarındaki uzaklık bundan. ama bu birbirlerine olan sonsuz sevginin olmadığı anlamına gelmiyor. sevginin çözebileceği bir sorun haline de...
kit, port’un hayatından çıkma duygusuna katlanamıyor. o yüzden port’un gördüğü rüyaları dinlemeyi sevmiyordu. çünkü kit, yaşamındaki her şeyin, olan her olayı iyi veya kötü bir işarete yoruyor, bu yüzden de hep karamsar davranıyor. nitekim port’un rüyasını anlatırken kalkıp gitmesi de bunu gösteriyor.
yalnızlığa, salt karanlığa doğru giden bu yolculuk amacına ulaşıyor. herkes korktuğu yalnızlığın içine düşerek yok oluyor.
kişileri de belirtmeden geçemeyeceğim:
port : korkusuz cengaver
kit : bahtsız bedevi
tunner : fırsatçı
p.s. : nitelikli yakıştırma.
The Sheltering Sky (Çölde Çay)
çölde çay olarak filmin adının türkçeye çevrilmesi, filmde geçen çok kısa çay içme sahnesinden değil, zannımca kitapta anlatılan bir hikayeden dolayıdır. şöyle ki tam hatırlamamakla birlikte;
m'zab'da yaşayan 3 kız vardır. bu kızlar kısmetlerini aramak için m'zab'a gelirler. dağlardan gelen kızların çoğu cezayir'e, tunus'a kısmet aramaya giderken bu kızlar buraya gelir. çünkü bu kızların tek hayali çölde çay içmektir. m'zab'daki erkeklerin de hepsi çok çirkindir. kızlar orada, kafelerde dans etmektedir. ama hep çok üzgündürler. çünkü bu şehrin erkekleri çok çirkindir. ve kızlara da çöle gitmeye yetecek kadar para vermiyorlardır. günlerden bir gün bir adam gelmiş. adam uzun boylu ve yakışıklıdır. adam kızlarla konuşur. onlara çöl'ü, devesini ve yaşadığı yerleri anlatır. kızlar adamı dinlerken etkilendikleri için gözlerini iri iri açarlar. ve adamın emriyle dans etmeye başlarlar. kızlar adama aşık olur. adam kızların hepsiyle sevişir ve hepsine birer gümüş lira verir. sabah olduğunda adam devesine binip çekip gider. adam gittikten sonra kızlar daha da mutsuzlaşır.
günlerden bir gün bu böyle gitmez deyip ellerindeki her şeyi satıp bir çaydanlık, bir tepsi ve üç bardak alırlar. düşerler çöl yollarına. son kalan paralarını da kervanıyla güneye giden kervanbaşına verirler. adam, kızları bunun karşılığında develere bindirir.
bir sabah herkes uyurken kızlardan biri uyanır ve diğerlerini de kaldırır. "hadi şu karşıdaki tepede çayı içelim artık" der. giderler. sonra daha büyük bir kum tepesi görürler. oraya giderler. sonra daha büyüğünü, daha büyüğünü derken en son en yüksek tepeye ulaşırlar. önce biraz dinlenip sonra çaylarını içmeye karar verirler. tepsiyi ve bardakları hazırlarlar.
günler sonra buradan geçmekte olan bir kervan tepede bir karartı görür ve ona doğru gider. kızları bulur orada. uykuya daldıkları andakinden farksız bir biçimde yattıklarını görür. her üç bardak da kumlarla doludur. kızlar böyle içmiştir çöl'de çaylarını.
m'zab'da yaşayan 3 kız vardır. bu kızlar kısmetlerini aramak için m'zab'a gelirler. dağlardan gelen kızların çoğu cezayir'e, tunus'a kısmet aramaya giderken bu kızlar buraya gelir. çünkü bu kızların tek hayali çölde çay içmektir. m'zab'daki erkeklerin de hepsi çok çirkindir. kızlar orada, kafelerde dans etmektedir. ama hep çok üzgündürler. çünkü bu şehrin erkekleri çok çirkindir. ve kızlara da çöle gitmeye yetecek kadar para vermiyorlardır. günlerden bir gün bir adam gelmiş. adam uzun boylu ve yakışıklıdır. adam kızlarla konuşur. onlara çöl'ü, devesini ve yaşadığı yerleri anlatır. kızlar adamı dinlerken etkilendikleri için gözlerini iri iri açarlar. ve adamın emriyle dans etmeye başlarlar. kızlar adama aşık olur. adam kızların hepsiyle sevişir ve hepsine birer gümüş lira verir. sabah olduğunda adam devesine binip çekip gider. adam gittikten sonra kızlar daha da mutsuzlaşır.
günlerden bir gün bu böyle gitmez deyip ellerindeki her şeyi satıp bir çaydanlık, bir tepsi ve üç bardak alırlar. düşerler çöl yollarına. son kalan paralarını da kervanıyla güneye giden kervanbaşına verirler. adam, kızları bunun karşılığında develere bindirir.
bir sabah herkes uyurken kızlardan biri uyanır ve diğerlerini de kaldırır. "hadi şu karşıdaki tepede çayı içelim artık" der. giderler. sonra daha büyük bir kum tepesi görürler. oraya giderler. sonra daha büyüğünü, daha büyüğünü derken en son en yüksek tepeye ulaşırlar. önce biraz dinlenip sonra çaylarını içmeye karar verirler. tepsiyi ve bardakları hazırlarlar.
günler sonra buradan geçmekte olan bir kervan tepede bir karartı görür ve ona doğru gider. kızları bulur orada. uykuya daldıkları andakinden farksız bir biçimde yattıklarını görür. her üç bardak da kumlarla doludur. kızlar böyle içmiştir çöl'de çaylarını.
Yalnızlık...
"sesinde ne var biliyor musun
ev dağınıklığı var
iki de bir elini başına götürüp
rüzgarda dağılan yalnızlığını düzeltiyorsun."
tam da böyle demiş Cemal Süreya. Mevlana da; "yalnız olduğumdan değil, yalnızlığımı paylaşacak kimse olmadığından yalnızım." demiş.
Yalnızlık nedir ki? Ya da ne değildir? İnsan yalnız olduğunu nasıl anlar? Yalnızlığını kabullenince bencil olmaz mı insan, yanındakilere karşı? Üzerinden çıkarıp atamaz mı bu duyguyu? Tutunmak istemez mi karşısındakine?
Bütün yalnız olanlara gelsin! Yalnızlığı anlaaa...
ev dağınıklığı var
iki de bir elini başına götürüp
rüzgarda dağılan yalnızlığını düzeltiyorsun."
tam da böyle demiş Cemal Süreya. Mevlana da; "yalnız olduğumdan değil, yalnızlığımı paylaşacak kimse olmadığından yalnızım." demiş.
Yalnızlık nedir ki? Ya da ne değildir? İnsan yalnız olduğunu nasıl anlar? Yalnızlığını kabullenince bencil olmaz mı insan, yanındakilere karşı? Üzerinden çıkarıp atamaz mı bu duyguyu? Tutunmak istemez mi karşısındakine?
Bütün yalnız olanlara gelsin! Yalnızlığı anlaaa...
Dürüm
Bu dürüm denilen yiyecek pek bi' mataf şey. Ama öyle her yerde yenmezmiş onu öğrenmiş oldum.
Seneler önce aklımda hep yer edinen biri bana bir gün işinin ehli olmuş o dürümcüden dürüm yedirmişti. O gün bugündür o dürümün yerini başka bir dürüm ile dolduramamıştım. Ama niyeyse daha sonrasında da orayı ziyaret etmek aklıma gelmemişti. Sanırım ilk yediren kişi dolayısıyla. O şimdi bu yazıyı okayacak. Ona da sevgi ve selamlarımı iletirim :)
Neyse, konumuza geri dönelim. Dürüm diyorduk. Adamlar bi' dürüm yapıyor. Aklın şaşar. Ama aklın künefesini yedikten sonra da şaşar. Kendimden geçiyorum resmen. Pek bi' lezzetli, ıımmmhh:)
İskenderine ise sözüm yok. Onun lezzeti de almış başını gitmiş. Diğer kebaplarını tatmak için can atıyorum.
Kahrolsun rejim zımbırtısı!
O dürümcü demişken : Acıbadem Sahra Dürüm. E-5 ten sola hemen dönünce.
Saygılar
Seneler önce aklımda hep yer edinen biri bana bir gün işinin ehli olmuş o dürümcüden dürüm yedirmişti. O gün bugündür o dürümün yerini başka bir dürüm ile dolduramamıştım. Ama niyeyse daha sonrasında da orayı ziyaret etmek aklıma gelmemişti. Sanırım ilk yediren kişi dolayısıyla. O şimdi bu yazıyı okayacak. Ona da sevgi ve selamlarımı iletirim :)
Neyse, konumuza geri dönelim. Dürüm diyorduk. Adamlar bi' dürüm yapıyor. Aklın şaşar. Ama aklın künefesini yedikten sonra da şaşar. Kendimden geçiyorum resmen. Pek bi' lezzetli, ıımmmhh:)
İskenderine ise sözüm yok. Onun lezzeti de almış başını gitmiş. Diğer kebaplarını tatmak için can atıyorum.
Kahrolsun rejim zımbırtısı!
O dürümcü demişken : Acıbadem Sahra Dürüm. E-5 ten sola hemen dönünce.
Saygılar
2 Şubat 2010 Salı
03 şubat 2010 ve kar yağıyor tepeme
Sabah bi' hışımla çıktım evden. Neymiş efendim botum yokmuş. Var ama istemiyorum artık onları giymek. Bir türlü bi' şeyimle de uyduramadım. Sinirlendim falan. Ayakkabıları ayakkabılığa fırlattım. Acayip ses çıkardı, sabahın sessizliğinde apartmana yankı yaparak.
Sonra salaklığıma doymayayım diye gittim beyaz spor ayakkabılarımı giydim. Ama hemen aklım başıma geldi. Onları da fırlattım dolabın içine. Neyse çizmelerimi giyip çıktım dışarı. Akşama kar yağacak demişlerdi.
İnanmadım önce. "Bu hava nasıl yağar?" diye. Sanki daha önce hiç kar görmedik. Gördük. Karın âlâsını gördük. Donduk altında, sobayı yakamadık. Gudubet bi' yerde ilaçlara muhtaç yaşadık. Öğrencilik yılları der, geçerim. Neyse başka bi' zamanın konusu olsun.
Akşama kar yağdı. En son eve girerken büyüklüğü için bir sıfat bulamayacağım kadar büyük büyük yağıyordu. İşin garibi o kadar sık yağan kar tanelerinin bir tanesinin bile ağzıma denk gelmeyişiydi. Başım yukarı da bekliyordum. Ama kaderime küstüm.
Sadece tepeme tepeme yağdılar.
Sonra salaklığıma doymayayım diye gittim beyaz spor ayakkabılarımı giydim. Ama hemen aklım başıma geldi. Onları da fırlattım dolabın içine. Neyse çizmelerimi giyip çıktım dışarı. Akşama kar yağacak demişlerdi.
İnanmadım önce. "Bu hava nasıl yağar?" diye. Sanki daha önce hiç kar görmedik. Gördük. Karın âlâsını gördük. Donduk altında, sobayı yakamadık. Gudubet bi' yerde ilaçlara muhtaç yaşadık. Öğrencilik yılları der, geçerim. Neyse başka bi' zamanın konusu olsun.
Akşama kar yağdı. En son eve girerken büyüklüğü için bir sıfat bulamayacağım kadar büyük büyük yağıyordu. İşin garibi o kadar sık yağan kar tanelerinin bir tanesinin bile ağzıma denk gelmeyişiydi. Başım yukarı da bekliyordum. Ama kaderime küstüm.
Sadece tepeme tepeme yağdılar.
1 Şubat 2010 Pazartesi
Yitik 2009
Biri yitik mi dedi?
Yok be ne yitiği. Şu "be" sözünü de edip etmekte kararsız kaldım ama daha samimi geliyor diye yazdım. Aslında kibar ve uysal bir kişiliğim vardır (Şişik egolar serisine bir katkı daha).
Neler olmadı ki. Neler tüketmedim. Yedim içtim, gezdim gördüm, uyudum kalktım. Sene sonu geldi. 2010'dan ne bekliyorsun dedi birileri. Bi' insanın beklentisi 1 yıla endekslenebilir mi ki? Hem böyle bir soruyu kime sorsan basma kalıp cevaplardan başka bir şey demez. Ben de dedim. Çark öyle bir çark ki, felek her yerimden vuruyor. Binbir maskemden birini anında geçiriveriyorum üzerime.
Başlık birden anlamsız geldi. Yitik değil aslında. Dolu dolu. Başlığı nasıl atarsan öyle devamı gelir derler ama ben vazgeçtim işte. Sevmediğim başlığımı. Zaten şapka takmaktan da pek hoşlanmam. Ama rengi kırmızıysa her şey değişir. Neyse.
Nereden geldim bu 2009'a? Aslında geçtim 2009'u. Ama masamdan takvimi geçemedi. Lâzım olur diye atamıyorum çöpe. Sanki biri "24 mayıs hangi güne denk gelmişti" diye soruverecek gibi geliyor. Böyle de mânâsız duygular içinde olabiliyorum. Sorma ihtimalini yok etsem de atabilsem artık. Asabım bozuluyor.
Ömrümden yıllar gidiyor. Sanki önümde kalsa hepsine müdahale edebileceğim gibi. Bütün takvimler, saat denilen kahrolası hapishane. Hepsini yok edesim var.
Ütopya kuracağım ben. Oraya da tek bir kişiyi alacağım. Hep benimle kalacak. Diğerleri dünyadan arınıp sadece ziyarete gelebilecekler.
Her şeyi içimiz yana yana unutacağız.
Yok be ne yitiği. Şu "be" sözünü de edip etmekte kararsız kaldım ama daha samimi geliyor diye yazdım. Aslında kibar ve uysal bir kişiliğim vardır (Şişik egolar serisine bir katkı daha).
Neler olmadı ki. Neler tüketmedim. Yedim içtim, gezdim gördüm, uyudum kalktım. Sene sonu geldi. 2010'dan ne bekliyorsun dedi birileri. Bi' insanın beklentisi 1 yıla endekslenebilir mi ki? Hem böyle bir soruyu kime sorsan basma kalıp cevaplardan başka bir şey demez. Ben de dedim. Çark öyle bir çark ki, felek her yerimden vuruyor. Binbir maskemden birini anında geçiriveriyorum üzerime.
Başlık birden anlamsız geldi. Yitik değil aslında. Dolu dolu. Başlığı nasıl atarsan öyle devamı gelir derler ama ben vazgeçtim işte. Sevmediğim başlığımı. Zaten şapka takmaktan da pek hoşlanmam. Ama rengi kırmızıysa her şey değişir. Neyse.
Nereden geldim bu 2009'a? Aslında geçtim 2009'u. Ama masamdan takvimi geçemedi. Lâzım olur diye atamıyorum çöpe. Sanki biri "24 mayıs hangi güne denk gelmişti" diye soruverecek gibi geliyor. Böyle de mânâsız duygular içinde olabiliyorum. Sorma ihtimalini yok etsem de atabilsem artık. Asabım bozuluyor.
Ömrümden yıllar gidiyor. Sanki önümde kalsa hepsine müdahale edebileceğim gibi. Bütün takvimler, saat denilen kahrolası hapishane. Hepsini yok edesim var.
Ütopya kuracağım ben. Oraya da tek bir kişiyi alacağım. Hep benimle kalacak. Diğerleri dünyadan arınıp sadece ziyarete gelebilecekler.
Her şeyi içimiz yana yana unutacağız.
Yaşasın Yemek Yemenin Devam Filmi
Başlık iyi ama içeriği tezat olacak baştan söyleyeyim. Şöyle ki daha önce itü sözlükte yazdığım bir yazıyı buraya da ekleyerek gelişimim için, her gördüğümde beni gaza getirecek bir kaç latife edeceğim.
Önce tanımla başlayalım : Kilo vermek çok azim gerektiren, sabır işi, şansı tevekküle bırakmadan kalori hesabı yaparak ömrü ziyan etmektir. Kadınların uzun dönemdir de kendilerine dert edemeden geçemediği sorunların başında gelir. Karşısına kim çıkarsa çıksın kadın, erkek, çocuk, anneanne, dede ilk önce bakılan yer vücudun bacaklar üzerindeki dağılımıdır. Dost başa, düşman ayağa atasözünden sonra kadınlar da kiloya bakar.
Niye bu kadar dert edilip, olay ölümcül bir vakaymış yansıtılır bilemiyorum.Velakin ben de yapıyorum. Ama dayanamıyorum. Üzerime geliyorlar. Ama azimliyim. Azimle sıçan duvara delermiş. Kilolarımı azimle vermeye çalışıp üzerimdeki kem gözlerin gözlerini delmeyi planlıyorum.
Zaten bir noktadan sonra kilo almaya başlayınca bacaklar da artık ceremini çekmek istemiyor, isyan bayraklarını göbeğine doğru çekiyor.
P.s : kendimle çelişiyorum; yemekten vazgeçeceğim her şey için: kilo vermek çok boktan!
Ölüyorum haberin var mı!
Önce tanımla başlayalım : Kilo vermek çok azim gerektiren, sabır işi, şansı tevekküle bırakmadan kalori hesabı yaparak ömrü ziyan etmektir. Kadınların uzun dönemdir de kendilerine dert edemeden geçemediği sorunların başında gelir. Karşısına kim çıkarsa çıksın kadın, erkek, çocuk, anneanne, dede ilk önce bakılan yer vücudun bacaklar üzerindeki dağılımıdır. Dost başa, düşman ayağa atasözünden sonra kadınlar da kiloya bakar.
Niye bu kadar dert edilip, olay ölümcül bir vakaymış yansıtılır bilemiyorum.Velakin ben de yapıyorum. Ama dayanamıyorum. Üzerime geliyorlar. Ama azimliyim. Azimle sıçan duvara delermiş. Kilolarımı azimle vermeye çalışıp üzerimdeki kem gözlerin gözlerini delmeyi planlıyorum.
Zaten bir noktadan sonra kilo almaya başlayınca bacaklar da artık ceremini çekmek istemiyor, isyan bayraklarını göbeğine doğru çekiyor.
P.s : kendimle çelişiyorum; yemekten vazgeçeceğim her şey için: kilo vermek çok boktan!
Ölüyorum haberin var mı!
adımaysesoyadımgul
Gülümayşem de yazmaya başlamış. Gün içinde sürekli bir hatırlatma halinde. Yalnız yoğunluğumdan ilgilenemedim kendisi ile.
Çeşit çeşit ayakkabıları ve giysileri ile insanları mest eden -hatta bazılarına kendini gizli takibe aldırtıp haset ettiren- bir insandır kendisi. 3 yıldır tanırım kendisini. Daha görmediğim bir sürü ayakkabısı var. Neyse ki blogundan yayınlamaya başlamış da oradan takip edip görebiliyorum :)
Çıtır çekirdek de diyebiliriz kendisine. Rüyasında bile beni görüp sayıklayabilen bir insan. Aramızdaki bağı siz düşünün artık.
Her gün birlikte olup hâlâ konuşabilecek bir şeyler bulabildiğimdir. Dedikodu olsun, hayat görüşü olsun. Deştikçe içimizden neler çıkabildiğine, neleri itiraf edebildiğime beni şaşırtandır. Onun bu yazıdan haberi olmayacak ama yazdım gitti.
Saygılar
Çeşit çeşit ayakkabıları ve giysileri ile insanları mest eden -hatta bazılarına kendini gizli takibe aldırtıp haset ettiren- bir insandır kendisi. 3 yıldır tanırım kendisini. Daha görmediğim bir sürü ayakkabısı var. Neyse ki blogundan yayınlamaya başlamış da oradan takip edip görebiliyorum :)
Çıtır çekirdek de diyebiliriz kendisine. Rüyasında bile beni görüp sayıklayabilen bir insan. Aramızdaki bağı siz düşünün artık.
Her gün birlikte olup hâlâ konuşabilecek bir şeyler bulabildiğimdir. Dedikodu olsun, hayat görüşü olsun. Deştikçe içimizden neler çıkabildiğine, neleri itiraf edebildiğime beni şaşırtandır. Onun bu yazıdan haberi olmayacak ama yazdım gitti.
Saygılar
Kördüğüm diyesim var nedense..
Her düşüncem sanki birbirinden ayrılamayan zincirleme sıfat tamlaması gibi. Böyle bir tamlama çeşidi var mıydı unuttum ama bir yerimden uydurmak istedi canım. Çok iyi bir laf etmişim gibi geldi çünkü.
Doğadaki ekolojiyi anlıyorum da beynimdeki ekolojik yaşam yok olmak üzere. Şaka şaka. Sapasağlamım maşallah. Ama birileri ipimin ucunu sürekli kaçırıyor. Tilt oluyorum. Böyle bir oyun da var. Bu tilt olmak ile aynı isimli oyun arasında geniş hayal dünyamda bir bağlantı kuramıyorum. Neden böyle demişler? Erkek olsaydım "çok da bişeyimdeydi" derdim ve artistik bir hava ile konuyu sonlandırırdım.
Ama şunu eklemek istiyorum: ben ankara derken götüm kara anlayan insanları kınıyorum. Kınanıyorsunuz lan! Dönüp bir halinize bakın. Pehhh!
Çok fena kördüğüm içindeyim. Çözebilene 1 kilo dondurma. Haydi tükenmeden kaçırmayın bu fırsatı!
Doğadaki ekolojiyi anlıyorum da beynimdeki ekolojik yaşam yok olmak üzere. Şaka şaka. Sapasağlamım maşallah. Ama birileri ipimin ucunu sürekli kaçırıyor. Tilt oluyorum. Böyle bir oyun da var. Bu tilt olmak ile aynı isimli oyun arasında geniş hayal dünyamda bir bağlantı kuramıyorum. Neden böyle demişler? Erkek olsaydım "çok da bişeyimdeydi" derdim ve artistik bir hava ile konuyu sonlandırırdım.
Ama şunu eklemek istiyorum: ben ankara derken götüm kara anlayan insanları kınıyorum. Kınanıyorsunuz lan! Dönüp bir halinize bakın. Pehhh!
Çok fena kördüğüm içindeyim. Çözebilene 1 kilo dondurma. Haydi tükenmeden kaçırmayın bu fırsatı!
24 Ocak 2010 Pazar
Yaşasın yemek yemek!
Yemek yemenin hayatımdaki yeri tartışmasız en güzel yerinde. Ve ben de en güzel çağındayım. Her insan yemek yemeyi sever derseniz de yanılırsınız. Her insan benim gibi iştahlı yiyemez. İştahlı insanlara bayılırım. Çoğu insanın da benimle birlikte yemek yerken iştahı açılır.
Bazı zamanlar bu durumdan muzdarip oluyorum ama kendimi bundan alıkoyamıyorum. Bazen hayatımda olan insanlar bu duruma müdahale ediyorlar. İnanın ki çok mutsuz oluyorum. Yediğimden ne bir haz ne de bir tat alabiliyorum. Kısıtlanmak ruhuma ters. Yerin dibine giriyorum. Utançtan değil haaa, mutsuzluktan.
Gerçi "iştahım yok, yemek yiyemeyeceğim sanırım" diyen insanlara da gıpta ile bakarım. Böyle bir durumla ben karşılaşamıyorum. Çok özeniyorum. Her daim yemek borumdan bir şeyler geçirebilme kapasitesine sahibim.
Yaşasın yemek yemek!
Bazı zamanlar bu durumdan muzdarip oluyorum ama kendimi bundan alıkoyamıyorum. Bazen hayatımda olan insanlar bu duruma müdahale ediyorlar. İnanın ki çok mutsuz oluyorum. Yediğimden ne bir haz ne de bir tat alabiliyorum. Kısıtlanmak ruhuma ters. Yerin dibine giriyorum. Utançtan değil haaa, mutsuzluktan.
Gerçi "iştahım yok, yemek yiyemeyeceğim sanırım" diyen insanlara da gıpta ile bakarım. Böyle bir durumla ben karşılaşamıyorum. Çok özeniyorum. Her daim yemek borumdan bir şeyler geçirebilme kapasitesine sahibim.
Yaşasın yemek yemek!
Üç'ün Büyüsü
bazı eski hikayeler “ yıl dokuz yüz bilmem kaç “ diye başlardı. benim hikayem üç ile başlıyordu. neden mi? üç ay boyunca geceleri hiç uyumamışım. üç yaşıma geldiğimde duvarlar benim için basamak olmuş. ilkokul üçüncü sınıfa geldiğimde çarpım tablosunu üçüncülükle ezberlemişim. orta üçe geldiğimde ise lisenin heyecanı basmış beni. bu heyecanın içinde bir bakmışım, liseden de mezun olmuşum.
önüme yalnızca üç seçenekli hayaller konulmuş. her üç şeyden birini seçmek kaderim olmuş. allah’ın hakkı bile üç. dört çok fazla. müslümanlar için ise üç büyük savaş vardır. yahudiler de üçün büyüsüne inanır. benim büyüm kendime. birileri “ saat üç, ayaktasın yine, ne yazıyorsun kara kara “ diye şarkı yazmış. bak neler yazıyorum. birileri filmler çekmiş: üç renk – beyaz, kırmızı, mavi diye. ben hala ağzımdaki sakızı çekiştiriyorum. yaşar kemal üç anadolu efsanesi diye destansı bir roman yazmış. anlatmış burada köroğlu’nu, karacaoğlu’nu ve algeyik’i. ben hala kendimi anlatmaya çalışıyorum.
üçü bir araya getirip asal en küçük tek sayıyı da yapmışlar. ama bakma tek sayı olduğuna, çoğuldur benim ruhuma. her şeyin üç evresi vardır, üç boyutlu alem içinde. örneğin hayatın: giriş, gelişme ve sonuç. bir garip öğrenci için ise vize, final, bütünleme. hayat ne garip vapurlar falan demeyeceğim. garip olan hissettiklerimiz. bak şimdi elektrikli bir aletin üç kademeli olduğunu düşünüyorum. yolları görüyorsunuzdur, hep üç şeritli. dördüncüye girmek yasak. mesela üçün biraz buçuklusu tehlike demektir. kimse üç buçuk atmasın. ama gece üç – beş nöbetlerinde, komutanı görünce, zuladan sigarayı içerken üç mermi sallardık gecenin üçünde karanlığa.
bir de üç kenarın bir araya gelmesiyle oluşan bir geometrik şekil var: üçgen. kahve falının atlanmaz klişesi olmuş. artık siz tahmin edin. üç vakte kadar bu üçlü aşka bir son vermenin zamanı gelmiş demiş birileri. iyi de demiş. üç kişilik bir aşka yer yok bu dünyada. sonunu getiremediğim düşüncelerimin sonuna noktalama işareti olmuş. bazen içimden üç boyutlu sesler duyuyorum, dışarıdan duymam gerekirken. yazmayı unutuyordum.
modern folk üçlüsü diye bir grup ve muhteşem üçlüler olarak anılan birileri varmış bir yerlerde unutulan: metin, ali, feyyaz.
şimdi buraya mecburi bir sonuç yazmam gerekiyor ama yazmıyorum. küçük iskender ne demiş: “suçumuz, bir bardak suda okyanus görmek!”
önüme yalnızca üç seçenekli hayaller konulmuş. her üç şeyden birini seçmek kaderim olmuş. allah’ın hakkı bile üç. dört çok fazla. müslümanlar için ise üç büyük savaş vardır. yahudiler de üçün büyüsüne inanır. benim büyüm kendime. birileri “ saat üç, ayaktasın yine, ne yazıyorsun kara kara “ diye şarkı yazmış. bak neler yazıyorum. birileri filmler çekmiş: üç renk – beyaz, kırmızı, mavi diye. ben hala ağzımdaki sakızı çekiştiriyorum. yaşar kemal üç anadolu efsanesi diye destansı bir roman yazmış. anlatmış burada köroğlu’nu, karacaoğlu’nu ve algeyik’i. ben hala kendimi anlatmaya çalışıyorum.
üçü bir araya getirip asal en küçük tek sayıyı da yapmışlar. ama bakma tek sayı olduğuna, çoğuldur benim ruhuma. her şeyin üç evresi vardır, üç boyutlu alem içinde. örneğin hayatın: giriş, gelişme ve sonuç. bir garip öğrenci için ise vize, final, bütünleme. hayat ne garip vapurlar falan demeyeceğim. garip olan hissettiklerimiz. bak şimdi elektrikli bir aletin üç kademeli olduğunu düşünüyorum. yolları görüyorsunuzdur, hep üç şeritli. dördüncüye girmek yasak. mesela üçün biraz buçuklusu tehlike demektir. kimse üç buçuk atmasın. ama gece üç – beş nöbetlerinde, komutanı görünce, zuladan sigarayı içerken üç mermi sallardık gecenin üçünde karanlığa.
bir de üç kenarın bir araya gelmesiyle oluşan bir geometrik şekil var: üçgen. kahve falının atlanmaz klişesi olmuş. artık siz tahmin edin. üç vakte kadar bu üçlü aşka bir son vermenin zamanı gelmiş demiş birileri. iyi de demiş. üç kişilik bir aşka yer yok bu dünyada. sonunu getiremediğim düşüncelerimin sonuna noktalama işareti olmuş. bazen içimden üç boyutlu sesler duyuyorum, dışarıdan duymam gerekirken. yazmayı unutuyordum.
modern folk üçlüsü diye bir grup ve muhteşem üçlüler olarak anılan birileri varmış bir yerlerde unutulan: metin, ali, feyyaz.
şimdi buraya mecburi bir sonuç yazmam gerekiyor ama yazmıyorum. küçük iskender ne demiş: “suçumuz, bir bardak suda okyanus görmek!”
Yoksunluk
Çok karamsar bir giriş gerçekleştirsem de aslında o kadar da karamsar bir yapım yoktur. Eğlenceli, neşeli bir insan olarak maskelerimi takıp dolaşırım. Ee bu da doğal olarak beni karamsar göstermez. Yalnız gözlerime bakabilenler anlar içimdekileri.
Velâkin ben de yıllardır içimde bir şeyleri birikip de ne olduğunu anlayamamaya başladığım şu son dönemlerde, böyle bir duygunun varlığını da ruhumda hissettiğim kadar bedenimde de hissetmeye başladım. Geçmiyor, geçiremiyorum. Bi' eksiklik ki sormayın gitsin.
Dolu dolu yaşadığım duyguların şimdilerde olmaması, sırf onda gördüm diye bir kelimenin sonuna koyduğum virgülün bile bir şey ifade etmemesi ve artık içimde olmaması bu duyguyu büyütüyor da büyütüyor, beni başka yönlere çekmeden edemiyor. Durduramıyorum. Gerçi benden başka kimse de bu olayın gidişatına yön veremiyor ama insan bir yardım da beklemeden edemiyor.
Soluksuz geliyor söylenenler. Sessiz geliyor anlatılanlar. Seslerini açmaya çalışıyorum ama yine de duyuramıyorum kendime. Mânâsız bir kaç sözcük etmekten öteye geçemiyorlar. Ama suçlu değiller. Hiç olmadılar da. Ben elmayı seviyorum diye onların da elmayı sevmesi gerekmiyor. Yalnızca kendi içimdeki yoksunluğumla bir kez daha başbaşa kalıyor, kendimi kaybediyorum.
Önüme hayaller koyuyordum bir zamanlar. Bulunduğum zamandan anlık uzaklaşıp orada dolaşırdım. Biraz olsun kaçışlarım oluyordu. Ne zaman ki birini de yanımda götürdüm. Artık daha gidemiyorum. Çünkü o da yoksunluğum oldu. Bu yoksunluğu büyütmek istemiyorum.
Ben bundan ibaret değilim. Devamım var...
Velâkin ben de yıllardır içimde bir şeyleri birikip de ne olduğunu anlayamamaya başladığım şu son dönemlerde, böyle bir duygunun varlığını da ruhumda hissettiğim kadar bedenimde de hissetmeye başladım. Geçmiyor, geçiremiyorum. Bi' eksiklik ki sormayın gitsin.
Dolu dolu yaşadığım duyguların şimdilerde olmaması, sırf onda gördüm diye bir kelimenin sonuna koyduğum virgülün bile bir şey ifade etmemesi ve artık içimde olmaması bu duyguyu büyütüyor da büyütüyor, beni başka yönlere çekmeden edemiyor. Durduramıyorum. Gerçi benden başka kimse de bu olayın gidişatına yön veremiyor ama insan bir yardım da beklemeden edemiyor.
Soluksuz geliyor söylenenler. Sessiz geliyor anlatılanlar. Seslerini açmaya çalışıyorum ama yine de duyuramıyorum kendime. Mânâsız bir kaç sözcük etmekten öteye geçemiyorlar. Ama suçlu değiller. Hiç olmadılar da. Ben elmayı seviyorum diye onların da elmayı sevmesi gerekmiyor. Yalnızca kendi içimdeki yoksunluğumla bir kez daha başbaşa kalıyor, kendimi kaybediyorum.
Önüme hayaller koyuyordum bir zamanlar. Bulunduğum zamandan anlık uzaklaşıp orada dolaşırdım. Biraz olsun kaçışlarım oluyordu. Ne zaman ki birini de yanımda götürdüm. Artık daha gidemiyorum. Çünkü o da yoksunluğum oldu. Bu yoksunluğu büyütmek istemiyorum.
Ben bundan ibaret değilim. Devamım var...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)