6 Temmuz 2010 Salı

Sözüm söz!

Şimdi bi' çocuk vardı. Gözlerine bakmayınca sevinmemek elde değildi. Baktıkça güzelliğimi gözlerinde görüp sevinmemek elde olmuyordu. O beni görüyordu. Gördükçe büyüyorduk. Büyüyoruz da. Sonra gözlerimiz...

Tutuyor ellerimden.

Ellerinden tutuyorum.

Gidiyoruz...

16 Haziran 2010 Çarşamba

Bim bam bom, baammmm!

Başlığa gel akşam akşam. Bundan bi' önceki kurduğum cümleyi başkası kursa ne basit şey derdim. Neyse. Bunun için kendimi kınayacak değilim.

İçimde bi' mutluluk tepsisi, genişledikçe genişliyorum. Her mânâda hem de. Sonunda Vincent'a cevap verebiliyorum: "Mutluyuz Vincent!". Ohh söyledim rahatladım. Uzun zamandır rahatladım aslında. Yaklaşık 1,5 ay falan oluyor. Gazım alındı sanki, mecazi anlamda. Aklıma geldi uzun zamandır gaz sorunu da yaşamıyorum. Ağrılı günlerimi bilimum böbrek, kasık ağrılarına yorarken hepsinin sonu gaz sancısı çıktı. Öyle de garip bi' bünyenin içerisinde yaşamaya çalışıyorum. Kendi kendimin asalağı mıyım yoksa? Neyse konuya geri dönelim.

İnsanların gazlarını boşaltma yeri olarak gördükleri bir müşteri hizmetleri maceram da sona erdi. Eyvallah diyor, gazlarını başka insanlara boşaltmaları için meydanı onlara bırakıyorum. Ohh bee, bi' yük kalkıyor üzerimden. Bi' ferahlık, bi' aydınlık. Tıpası kaçan insanlardan, egosunun köpeği olmuş kadınlardan, 25 yaşında olup 50 yaşındaki insan gibi sesi çıkanlardan, hayatından bezmiş gibi konuşup yaşam enerjini alan adamlardan, aklı bir yerlerine kaçanlardan kurtulmak: en büyük mutluluğum şu an.

Eyvallah bee !

14 Mart 2010 Pazar

Balzamin

Sen el kadar bir kadınsındır
Sabahlara kadar beyaz ve kirpikli
Bazı ağaçlara kapı komşu
Bazı çiçeklerin andırdığı
İş bu kadarla bitse iyi
Bir insan edinmişsindir kendine
Bir şarkı edinmişsindir, bir umut
Güzelsindir de oldukça, çocuksundur da
Saçlarınla beraber penceredeyken
Besbelli arandığından haberli
Gemiler eskirken, deniz eskirken limanda
Sevgili...


Cemal Süreyya'mdan...

13 Mart 2010 Cumartesi

Hasta olmak böyle bişi (bir şey)!

Bana hasta olmanın resmini çizebilir misin deseler; aha işte bu deyip çok affedersiniz elimin orta parmağını bi' güzel gösterirdim. Al çiz derdim pişmiş kelle gibi gülerken. (Şu an bu benzetmeyi kullandığım için duyduğum pişmanlığı nasıl geçireceğim, bilemiyorum.)

Öksürmekten boğaz denen şey kalmadı iki gündür. Al bunun da resmini çiz. Her doktora gittiğimde de bi' enteresan olay beni bulur ki sormayın gitsin. İlacı aldıran doktor kullanıp kullandırmamasını tahlilden sonra karar verecek. O zaman niye alıyorum ki? Hayret ettim yani. Bi' de başımın dönmesini yer çekimine bağlayan bi' doktor biliyorum ki evlerden ırak.

Bronşit olunca insan çok alıngan olurmuş. Bugün bunu da gördüm. Ve bizzat önüme atılan yemlerle karşımdaki insanın başının etini yedim. Haklı haksız aramıyorum ama zorla dürtüldüm. Neyse, neye nasip neye kısmet.

Hayırlı işler.

1 Mart 2010 Pazartesi

Çalışmak, iş falan...

Şu hayata bi' kuş bakışı yaptığımızda (kul yazmıştım yanlışlıkla, o da güzel olmuştu) genel olarak egolar denizinde can simidi ile yüzdüğümüzü görüyorum. Denizin dibinde bütün deniz canlıları falan...En çok korktuğumda piranalar. Ama sanırım piranalar denizde yaşamazdı. Neyse bunu araştıracağım. (araştırdım: büyük bi' bölümü denizde, geri kalanı da ırmaklarda yaşarmış. bence hiç yaşamasınlar). Can simiti olmasa sanki hepsi bi' anda önce bacaklardan başlayarak tüm vücudunu yiyiverecek gibi. En önemlisi de aklını. Benim de aklıma mukayyet olmam lazım ki bi' nefes daha alabileyim (burası olmadı gibi ama benim mekanım olduğundan istediğimi yazarım!)

Neyse. Aslında bu can simiti de abartılı duygularımıza sarıldığımız bi' tür araç. Alet-i edavat. Çok boktan olduğunu inkar etmek susuz da yaşabilirim diyecek kadar abartılı olur. Önemli bir gerçek: çok boktan. Kulağınıza küpe olsun!

Neyse. Bu çalışma hayatı da öyle. Bildiğin cadı kazanı. Yakın arkadaşın bile bi' süre sonra en uzağın olabiliyor. Neden? Çünkü egosunu tatmin etmesi lazım. Zorla öyle bir şey yaptırıyorlar. Bu nasıl bi' düzen diyeceğim ama arabeskin kralını yapmış olacağım. Bi' küfürlü bi'şey yazmak istiyorum. Dayanamayacağım: çok skimsonik işler :)

Bu piranalar kim derseniz; bütün iş yaşamı gediklileri (buraya daha ağır bi' şey yazmak isterdim ama neme lazım, borcumu ödeyene kadar çalışmak zorundayım). (biraz düşündüm de hep çalışmak zorunda olacağım sanırım. depresyona girmeye gidiyorum, elveda!)

21 Şubat 2010 Pazar

Değiş, Değişmek, Değiştirilmek, Değiştirmek, Değişkenlik!

Değişmek kadar aynı kalmak da zor. Çoğu kimse işin bu tarafından bakmaz. Neyse konumuz bu değil. Aslında konuyu da bilmiyorum. Öyle içimden geldiği gibi yazacağım yine. Yine içimden her geleni yaptığım gibi. Sonunu çok fazla düşünmeden her işe bulaştığım gibi. Her şeyi yaşadığım gibi gözüm kapalı.

Bi' kaç gündür bi' rüzgar ki başımda dönüp duruyor. Midem kasılıyor, gözüm seyiriyor falan. Tatlı bi' sevinç, bilinmez bi' istek yaşıyorum. Ailecek yaşıyoruz sanırım. Ama onların ki nasıldır bilemiyorum. Soramıyorum. Soramayacak kadar utanıyorum. Ve kendimi kendim hissedemiyorum.

Ne bileyim sanki başka bi' Özlem benimle tanışmaya geldi. Bazı insanlar ikinci baharlarını yaşar ya. Benim de ikinci baharım diğer Özlem geldi. Daha önce hiç tanışmamıştık kendisiyle. Daha farklı sanki. Daha büyümüş, daha düşünceli, daha kararlı, daha gözükara. Ak ile kara sanki.

Yaradılışıma aykırı gelen her şeyi kabullenmiş, kocaman bi' denize doğru isteyerek gidiyorum. Hayallerimin tam da olduğu yere. Onları büyüttüğüm, süslediğim, herkesten sakladığım yere doğru gidiyorum. Benim olmayan, zorla üzerime bi' elbise gibi geçirilen o Özlem'i bırakıp ona doğru gidiyorum.

Ben geliyorum değişerek. Aslında değişmek değil. Değiştirerek gitmek.

Sana geliyorum. Aç kapılarını. Ve ardımdan kapat. Su bile sızamasın arasından.

8 Şubat 2010 Pazartesi

Fotoğraflar Ölümü İmler

Paylaşmazsam olmazdı.

Usta bir fotoğrafçı olan Yalçın Savuran'ın kaleminden dökülen fotoğrafa dair yazılarından biri.

Fotoğraflar geleceğe dair bir vaatte bulunmazlar ama bulunuyormuş gibi yaparlar. Hatta çekildikleri andan itibaren bir daha olmayacak bir anı imleyerek varlığa değil yokluğa dair bir suret oluştururlar ki bu suret içinde ölümü barındırır. Yaşantımız boyunca çekilen tüm fotoğraflar yaşanılanı gözler önüne seriyormuş gibi -kurgu da dahil- dursa da gizlice içinde hep yok oluşu yani ölümü imler. Melih Cevdet Anday ‘fotoğraf’ adlı şiirinde –ölümü hatırlatan ne var bu resimde, oysa hayattayız hepimiz- derken o fotoğrafın içinde ne barındırdığını görmüştü. o fotoğraf çekildiğinde hepsi hayattaydılar melih cevdet, oktay rıfat, orhan veli, şinasi baran, oysa şimdi hiç biri yok.

Diana arbus çektikleriyle hep ölüme koşmuştur, eugene atget’in çektiği paris fotoğrafları içinde kendi boşluğunu barındırdığı kadar ölüme yakındırlar. alberto diaz korda, che’nin fotoğrafını çeker sonra onu stüdyosunda kadrajlar ve bildiğimiz che sureti çıkar ortaya. evet che bu suretle adeta ölümsüzleştirilir ancak bu seferde kapitalist sistem devreye girer ve asıl ölüm o zaman başlar. suret hızlı tüketim nesnesine dönüştürülür ve milyonlarca kez ölümü yaşar ve ne tuhaftır ki ölüm ve yaşamak kelimesi yan yana dururlar.

Oysa insan hayatta bir kez ölür, fotoğraflarsa çekildikleri sayı kadar öldürürler.

www.yalcinsavuran.com